Çocukluğundan
hatırladığı yegâne anısı, sıcak evlerinde babaannesinden dinlediği hikâyelerdi.
Babası, evde Rumca konuşulmasını yasaklamış da olsa babaanne eskiyle yeniyi,
yenilerde karşılığı olmayan kelimeleri beraber kullanıp anlatırdı hikâyelerini.
Babası da başka bir şeyler uğraşırmış gibi yapıp gizliden kulak kabartırdı
hikâyelerine, kimi zaman dudaklarında ki tebessümü yakaladığı olurdu, babasının
yüzünde.
Zümrüt yeşili
gözlerinin farkındalık yarattığını, komşu kadınların imrenmelerinde öğrenmişti.
Kendini diğer çocuklardan farklı saymasa da farklı olduğunu hissettirmişlerdi.
“maşallah, ne güzel gözler” derlerdi, ötekilerin “kız maşallah denir mi
Müslüman olmayana, tövbe de” karşılık vermelerini izlerdi; zümrüt yeşil
gözlerini birinden bir diğerine çevirerek. Güzel yeşil gözlerinde anlamı yoktu,
komşu kadınların; “el kadar bebenin günahı olmaz ki, her çocuk melektir ve
Müslüman doğar” demeleri ya da “keşke Müslüman olaydı da hemen oğluma alırdım
valla” diyip gülüşmeleri de.
İki ismi vardı; biri
babaannesinin dilinden düşürmediği ama evden dışarıya asla çıkmayandı, diğeri
ise annesinin özellikle çokça telaffuz edip komşulara ezberletmeye uğraştığı
ismiydi. Babaannesi o kadar tatlı söylerdi ki; hayran kalırdı ilk ismine, ama
dışarıdaki ismini daha çok severdi ve hep onu kullanmak isterdi. Anne ve
babasından sakladıkları bir sırmış gibi, babaannesi hep kulağına “ismini asla
unutma, seni kutsayan dünyada ki var olma nedenindir. İnsanların isimleri
kendilerinden önce doğar annelerinden, senin varoluşundur O. Adın giderse,
hayatında son bulur” derdi. Bu yüzden hiç unutmadı adını.
Kötü zamanlar çabuk
gelmişti; annesi, babası ve kardeşleri gitmişlerdi. Yıllar sonra bu gidişin,
öldürüldükleri olduğunu öğrenmişti; oysa isimleri hala dudaklarında yaşıyorken
nasıl bu dünyadan göçebilirlerdi. “göç” kelimesinden nefret etmesine rağmen en
çok bu kelimeyi bilir ve ne kadar istese de unutamazdı.
Babaannesiyle bir
başlarına kalışlarını, uzunca bir zaman komşularının evinde yaşamak zorunda
oluşlarını, babaannesinin boynundaki kolyesini toprağa gömüşünü ve en çok
acıtanıydı; babaannesinin şiir gibi kullandığı adını değil de dışarıdaki
ismiyle kendisini çağırır oluşunu, hala hatırlardı.
Meryem olmuştu bir gece
de ve hep öyle kalmıştı. Babaannesi Fatma ’ydı artık. Fatima dese de babaanne
kendine; Fatma dillerde çok da yer etmeden gidivermişti ama Zeynep uzun
hayatına yeni başlıyordu. Kendine ait olmayan bir isim, kendinden nefret
ettiren bir hayat oluvermişti.
Suskunluk yeminine
kilit kelimeydi; ismi. En son babaannesinin dilinden kendi kulağına değmiş, bir
daha hiçbir şekilde geri dönmemişti. Unutmamak için, içinden tekrarlasa bile,
dilinde ıslatmaya korkar olmuştu; bir başka kulağa çalınmamasına; “anlamayanlar
bilmesinler, güzel kızım” demişti babaanne, hiçbir kulak işitmemişti böylece.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder