Translate

Bumerang - Yazarkafe

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Sana Son Yazgım

   SON...

   Yaz dedi, rahatlarsın; kimseye anlatamadıklarını birine anlatırcasına yaz dedi, o zaman ki psikoloğum, şimdiyse her şeyim olan.
   İçimi kemirenlerden kurtulma terapisiydi; yazdıkça azalır ümidimle, çala kalem ve amatörce.
   Bitsin diye kabuslarım; Tanrıyı oynamanın ızdırabı ve belki de lanetimdi, kim bilirdi ki yazdığın ve tek başına oynadığın senaryonun bunca can yakacak olmasını; yazdım canımın acısı dinsin diye.
   Kendimle savaşımdı, son bulmayan; kimseden değil kendimden intikam alışlarımdı hikayelerimde baş rolü elinden eksik etmeyen.
   "ruhumu azad et" diyenin azad etmediği ruhum için dua gibiydi, çoğu kez birileri de benimle iyi niyet sergilesin isteğimdi.
   Kollektif acı paylaşımıydı belki de; bütünleşik enerjimiz bizi kurtarır belki iyimserliğiydi.
   Helalleşmekti; geçmiş de doğru bildiğim hatalarımla incittiklerimle.
   Kısa zamanda diner sandığım, uzun uzadıya süren anlamsız bir yazılma ihtiyacımdı.
   Çoktan zamanı dolmuş bir geminin gecikmiş batırılışına kıyamayan hasta bir kaptanlık sevdasıydı.
   "...yazma!" dediğinde, çoktan bırakmam gerekip, boş yere uzatılmışlıklarımdı.
 
   Geçmişimdeki BEN'i, SEN'i ve diğer figüranları  affettim demek içindi bunca zaman direnmem. Şimdi zamanıdır artık. Belki de şimdiymiş zamanı da biz sadece vesileymişiz. "HAKKIMI HELAL EDİYORUM" demesini beklerken birilerinden, "hakkımı helal ediyorum" demem gerekenmiş aslında. HAKKIMI HELAL EDİYORUM, sen etmesen de ama senin de etmen içinmiş bunca yazılanlar ve hepsinden de önemlisi bu son yazılan.
 
   Şimdi sonsuza gömme vakti; hepinizi ve yaşanan her şeyi. Bir daha Tanrıyı oynamak yok, basit düşünüp basit ve kolay unutulan hatalar yapma zamanı; tüm herkes gibi.
   Bundan böyle, hayatımı kurtaran ve aslında pişmanlıklarımı yapmamam konusunda defalarca uyaran ve ondan da gizlediğim için bir kaç misli pişmanlıkla acıyan vicdanımı rahatlatmak için; hayatımın kurtarıcısına dönme ve O'na da itiraf etme zamanı şimdi.
   İyi ki var oldun da, en gerektiğin anda hayatımdaydın.
   HEPİNİZE HAKKIMI HELAL EDİYORUM...
 
   Ve gemi gömülür, sessiz ve ağır bir basınç altında ezilmek üzere; DERYAnın derinlerine.........

19 Temmuz 2013 Cuma

ArAf

   16 saat uyku, 8 saat arta kalan herşey.

   Ters yüz olmuş, ne zaman ne de mekan kalmış. Hatıralar, kurgular ve rüya ile sanrılar bir olup ayırmaya imkan kalmamış. Ne zaman uyuyor ne zaman uyumuyorum. Gerçek nerede başlıyor; burada mı yoksa öteki tarafta mı?
   İki yönlü mutsuzluk içerikli paralel evren algısında, araf da gibiyim. Gibisi fazla tam anlamıyla arafta ve de karmaşık buhrandayım. Cennet değil istediğim, cehennem hiç değil. Yaşadığım geçmişi göz önüne alınca; uyanmak da istediğim de söylenemez. Sahi ben hala rüya mı görüyorum; rüyamda uyanık olduğumu görüyor olabilir miyim?
   Düpedüz saçmalık içinde ve tam anlamıyla kaybolmuş denebilecek haldeyim. Herkesi kaybeden benim ama asıl kaybolan da. Bir gerçeklik imaresi lazım, bir sabit. Sabit bir nokta gerek bana ya da "günaydın" la uyandıran bir başkası ki; uyandığım her neresiyse orada kalmayı istememi sağlasın.  Nerede uyandığımdan çok, nasıl uyandığım aslolan ve beni uyandığım tarafta kalmaya ikna edebilecek bir realite  gerek bana. İçimi ısıtan, beni sürüklenmekten kurtaracak bir çift el, bir çift göz ve benimkiyle birlikte atan ama benimkinden farklı bir kalp.
   Sanırım yine uyanıcam ya da yine uykum geldi. Gerçekliğimi yitiriyor gibiyim ya da gerçeğe geçiş anımdayım. Beynim kaşınıyor adeta ve vücudum titriyor gibi. Yine sıçrayacak mıyım yoksa etrafa bakınıp, zamanı ve mekanı algılamaya mı odaklanıcam.
   Bir karanlık nokta ve etrafında kör eden aydınlığa çekiliyorum. Gitme vakti; nereye mi bilmiyorum. Aslolan gitmekte değil kalmakta; yeter ki "günaydın" diyen biri olsun öte tarafta...

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Huzur

   
   Huzur; bir demli çay mesela, ya da bir deniz kenarında çakıl taşlarını dinlemek. Sabah “günaydın” diyen bir ılık nefesle uyanmak. Uzun zamandır beklediğin filmin gösterime girdiği ilk gün, filmin başlamasını beklerken; serin sinema salonunda fragmanları izlemek gibi. Bir dostla sohbetin uzadığının farkına varmadan sabah ezanını işitipte; “uyumayalım artık” deyip, börekçiye gitme fikrini aynı anda düşünmek. Bir duş sonrası seni bekleyen kahve fincanı ve sana o kahveyi hazırlayanın beklediğini görebilmek; onunla kahve içmek, her şeyden susmak ve sadece kahve içerken ki nefesini dinlemek onun.

   Kısa cümlelerle uzun hikaye anlatmana gerek kalmadan, kendini; tek defa da ve ilk noktadan önce yeterince anlatabilmek. Dışarda yağan yağmurun cama vuruşunu dinlemek, sıcak bir salep ya da sıcak bir çikolata yudumlayıp; iyi ki dışarda değilim diyebilmenin sevinci mesela.

   Balkonda oturup; zaman ya da herhangi bir kaygın olmaksızın kitap okuyabilmek. İyi bir spor sonrasının zindeliğinde su içmek ve sağlıklı yaşamanın gerekliliğini yerine getirmiş olmanın rahatlığını hissetmek. Kakao oranı yüksek çikolata yemek.


   
Huzur; beklemeden ya da ihtiyacını hissettirmeden her yerde kendini hissettiren, her şey ya da herkes gibi mesela.

14 Temmuz 2013 Pazar

ağlamak güzel(mi)dir


   
Ağlamak güzeldir. Hani sevinçten ağlamak falan değil, onu herkes bilir. Adam gibi derdine ağlamak. Öyle yalnız başına da değil; ki yalnızlık başlı başına ağlanılası bir insan(sız)lık halidir.
   Bir dostun yanıbaşında, bu anın mahremiyetinin asla şüphesini duyumsamaksızın ağlamak mesela. Ya da bir sevgilinin göğsünde; çaresiz gözükürmüşüm, zayıflığımı yüzüme vurur mu endişesini bir an bile hissetmeden; sevgilinin göğsünü ıslata ıslata, salya sümük ağlamaktır belki de en güzeli.
   Bir filmi izlerken dökülen yaşlarını yakalayıp sevgilinin, bir iki damlada senin katabilmendir; hissinin de ortağıyım diyebilmek adına, gerçekten güzel bir ağlama halidir. 
   Bir ağlamanın en güzel halidir; kendine acımadan ağlayabilmek. Rahatlamak adına, bir daha ağlamamak adına ve ya kim bilir geçmişte ağlayamayacak kadar güçsüz olduklarının telafisi adına, bağıra bağıra artık ağlayabiliyorum diyebilmek için ağlamak, güzeldir.
   Ağladım da, güldüğüm kadar; barışıklığın da, çekinmeden itiraf edilebilecek insan gibi arkadaşlara sahip olunduğunda ağlamak da güzelleşir. 

   Belki de bu yazılanların her hangi birine sahip olabildiğinde; ağlamak da gereksizleşir. O halde her şey zaten güzeldir. 

12 Temmuz 2013 Cuma

iki kare

   Siyah beyaz bir fotoğraf karesinde kaldı, kadın. Yarına dair aklında tek bir umut kırıntısı olmaksızın. Tüm beklenenlerin terkettiği, terminal soğukluğunda ve kalabalıklar içinde yapayalnız.
   Beklediği gelmişti oysa. Kal diyemediğinden mi yoksa kalmayacak olana kal denilmezliğinden miydi? Gidenin gidişinde kurtuluş, bir rahatlama var sanıyordu, ama giden bin beterdi.
   Elini kaldırıp "hoşçakal" diyecekti ama kalkmadı eli. Otobüsün camına yüzünü dayamış giderken, son bir kez bakmayı isteyen, hatta gitmemek için tek bir neden isteyen de bakamamıştı. İki ayrı yürek, aynı acıyı paylaşıyor gibiydiler. Biri gidiyor, biri kal diyemiyordu.
   Kaç hikaye yazılsa azdı bu sahneye. Ne hikayeleri dinlemişti, soğuk terminal salonları. Kaç ayrılık, kaç kavuşmayla nötrlenmişti; hangisi fazlaydı, ayrılıklar mı kavuşmalar mı. Sahi ya her kavuşma bir ayrılığa gebeydi de, her ayrılık kavuşmayla bitmiyordu.
   Her şeyi anlatabilir bir siyah beyaz kareydi; adamın cama yasladığı yüzündeki çaresiz ifade. Erkek ağlayamıyordu ya; bu nedenle ömrü kısaydı, bu nedenle göründüğüyle alakasızdı yüreğindeki yumuşaklığı.
   Tek kareye sığmıyordu; giden ve gitme diyemeyen. İki ayrı kare; tek bir hikayeyi anlatıyordu. Ayrılık ancak iki kareye sığıyordu...

11 Temmuz 2013 Perşembe

yanıma yazıl...

   Bana bir hikaye yaz; içinde yarım kalmış cümlelerimin tamamlanmışlarının yer aldığı. Özlemin ya da "keşke" lerin olmadığı. Sonu mutlu, yok vazgeçtim; sonu olmayan ama çokça mutluluğun olduğu bir hikaye. Hiç ayrılık olmasın da bolca kavuşmalar olsun içinde. Deniz kenarında, bir çınar kahvesinde, taptaze çayımı yudumlarken; bilmem kaçıncı kitabımı yazarken resmet beni. Ha bir de eski sevgililerimin hiç olmadığı, tek defa da sevginin adı olan kadınla yan yana koy bizi.
   Bana bir hikaye yaz lütfen; yazmak zorunda olmadığım bir hayat gibi olsun. Kelimelerin yetersiz kaldığı öfkenin uğramadığı, noktasına virgülüne dek huzuru hissettiren bir uzun hikaye. Bekleyeni çok olan ama acıyla değil, özlemle de değil de; ne biliyim sen yaz işte anlatıp da anlatamadığım türden bir hikaye.
   Aslında sen yazma; hayat yazsın da sen benimle yazılanları yaşa. Yazılacak ne kadar güzel şey varsa gel de biz yaşayalım; bırakalım da kim yazarsa yazsın. Se
n bir hikaye de yaz beni, yanıma da kendini...
 

6 Temmuz 2013 Cumartesi

2 çarpı 2 mutsuz insan

   “Seni yazasım var; kelimelere hükmüm geçtikçe…”


   Akademik kariyerinin en iyi noktasındayken, henüz akademik olarak başlangıç konumundaki erkekle tanışıklığında, kız; erkeği bir anda aklından silivermişti. Daha tanışalı bir kaç saat olmuşken, kız için erkek artık kabul edilmezdi. Erkekse, kızın bu statükocu defansına rağmen umudunu diri tutmaya çabalıyordu. Kim bilir belki bu kız diğerlerinden farklı olurdu da; statüsünü, evini, arabasını ya da başka maddi bir noktaya odaklanmaksızın kendini görebilirdi.
   Ama olmadı. Erkek, kızın iç dünyasına inmek istedikçe; kız içine kapandı, erkeğin tüm girişimlerini sonuçsuz bırakmak da kararlıydı.


   Adam üst düzey bir yöneticiydi. Kariyer diye yiten yıllar, her ne kadar inkar etse de, pişmanlıklar ve keşkelerle doluydu. Her evlenmiş, çocuk sahibi, yuva sahibi arkadaşların imrendiği hayatı yaşarken; O da gizlice arkadaşlarına imrenir olmuştu.
   Annesinin yine ve yeni bir girişimi için çağrıldığını bilmesine rağmen, itirazsız biraz da annesini mutlu kılmak için kabul etmişti. Kız kendinden 15 yaş küçüktü; güzel olmasına güzeldi ama çocuk sayılırdı. Hoş kız ve kızın annesi hatta adamın annesine göreyse gayet normaldi. Erkek dediğin kızdan büyük olsundu.
   Bir kaç cümlelik sohbette, kız asla olmadığınca olgun gözükmek, hanım efendi pozlara girerek erkeğe; "ben aradığın kadınım" demek istiyordu. Adamsa bu hareketlerle kızı kucağına alıp, yanaklarını sıkmak istiyordu; neredeyse elinden tutup bakkala götürecekti.
   İşin aslı; kız, adamın kariyerinden ve durumundan önceden hallice bilgi sahibiydi. Ve kaçmaması gereken bir fırsattı. Adamın düşüncesi, yaşı hatta tipi dahi önemsizdi; ne de olsa erkek dediğin de güzelliğe bakılmazdı, yaşı içinse annesinden farksızdı düşüncesi.


   Erkek, kızın egosunu daha doğrusu kültürün ilkel dayatmasına itibar eden; bir türlü akademisyenlikle örtüşmeyen tavrını bir türlü aşamadı. Kız, aklında bitirmişti; erkek de artık olmayacağına ikna olmuş, umutsuzca diyaloğu normal bir sohbet seviyesine indirip bir an evvel gitmenin derdindeydi.
   Erkekti ilk giden, kızsa bir kaç gün içinde bir daha görüşmeleri mümkün olmayacak denli uzaklara gidecekti. Biri güneşin doğduğu yere, diğeri tam tersi rotada uçacaklar ve dillerindeki buruk tatla birbirlerini unutmaya çabalayacaklardı. Kız; "yine olmadı ve yaşım ilerliyor" u hepsinden bir kat daha acıyla düşünürken, erkek kızların bu anlaşılmaz maddi algılarından kaynaklı "AŞK" a olan inancını kaybedecekti.


   20 yaş dediğin neydi ki; değil miydi ki ben anasını aldığımda, anası henüz kadınlığa adım atmıştı. Dünürler kafa kafaya verip, düğün boyunca küçük kızının ve büyük oğullarının mutlu(?) evliliklerini yasal zemine oturtmanın sohbetini yapacaklardı. Gerçi böyle bir gereklilik de yoktu ya; toplum çoktan oluruvermiş hatta epeyicede yakıştırmışlardı; genç kızla iyi iş sahibi olgun erkeği.

   Mutsuzduk; toplum istiyordu ve biz mutsuz kalmalıydık. Toplumun yargıları değerlerimiz olmalıydı ki; akademisyen ya da dünya görmüş olmak  bile anlamsızdı. Homojen yapılanmalıydı ki toplum, yıkılmasın; oysa yıkılmasının en önemlisiydi, silik kopyaların zayıf bağları.

2 Temmuz 2013 Salı

geleceğe ilişik mürekkep damlası

   İçeride uyuyan eşini düşünürken, kokusunu anımsadı bir an. Onunla uyuyor olabilmekten vazgeçmiş, mutfak masasında yazmaya çabalıyordu. Karısının, yesin diye masa üstüne dizdiği tabak tabak meyveye henüz el sürmemiş, sadece maden suyu içiyordu.

   Eve geldiğinde eşi uyumuştu; “biraz hava alıp döneceğim” diyerek çıkalı kaç saat olduğunu o an anlamıştı. Deniz kokusunu solumak için, herkesin evlerine çekildiği saatleri beklemişti, her zaman ki gibi. Sokaklar boşken deniz tam olarak deniz kokuyordu, yürürken birilerinin dikkatini dağıtmadığı anlarda doyasıya izleyebiliyordu dalgaları. Ruhunu doyurmuş, karısının tadından mahrum kalmıştı; olsundu, yazmak için iyi bir zamandı.

   Güzel bir hayat yazmak istiyordu, önceki yazdıklarından farklı olarak. Yazdıklarını yaşıyordu, yaşadıklarını yazanlardan değildi. Bu nedenle özenmeliydi, gelecek henüz gelmeden, parmaklarının ucundayken henüz, istediği şekli vermeliydi.

   Yayınlanan ilk iki romanı çok tutmuş, düşlediğinden daha fazla okura hitap edebilmişti. Özendiği yazarlar misali, farklı bir tarz yaratmış; bu tarzın müptelalarını, yeni romanlarının doğum sancılarına ortak kılabilmişti. Oysa güzel şeyler yazmak istiyordu. Hayatın güzelliğini yazmak(yaşamak) istiyordu. Ama güzel başladığı her roman, yolunu kendi bulmak isteyen dinginlenemez nehirler misali yatağını kendi yaratıyor ve bu yazarın yazım tekniği oluveriyordu. Romanın kendini yazdığı ve yazarın yazmak istemediklerini anlatan bir teknik.
   
   Güzel karısını düşündü yine. Altın sarısı saçlarını, mavisine bir isim veremediği gözlerini, ve o teninin, ağzının, saçlarının bambaşka olan kokularını. Bunları mı yazmalıydı? Klişe olmaz mıydı? Hem belki de sadece ona özel hisleri bir başkası hissedemez ve istenilen etki asla oluşmayabilirdi. Yazmayacaktı.
İstediği işi yapabilen; yani düşlediği yazar olabilmiş olan kendi düşlerini mi yazmalıydı? Ne çok istekli vardı kim bilir; bir gün ünlü bir yazar olmayı düşleyen? İyi de o kadar da, ilginç veya farklı değildi; öyle ya herkesin düşleyebileceği kadar basitti.

   Sahi ya; geleceği yazacaktı, henüz olmamış olanı oldurtmak için.
   Akademisyendi; daha başarılı olan bilim insanı olmalıydı.

   Harika bir karısı vardı; mutluluğun asla tükenmediği ilk günkü şehvetiyle seviştiği olarak kalmalıydı.
İstediklerini elde ettiğinden mutlu olan; bu yüzden daha fazlasını istemeyen olmalıydı. İstemeyen mi olmalıydı? İstemek yerine hayatın kendine iyi davrandığı olmalıydı. İstemeyecekti; çünkü hayat her şeyi, o henüz eksikliğini hissetmeden verecekti.

   Sihirli kalemin sinirli halleriydi şu ana dek yazdıran. Artık hayatla uzlaşma zamanı gelmişti, belki de fazladan zaman da harcanmış olabilirdi. Şu saatten itibaren tek olay; yazılacak iyi bir gelecek tasarlayıp kaleme emretmekti

25 Haziran 2013 Salı

hangisi?

  Entellektüel söyleyişlerinle kandırdığın kızın aşkı mıdır
yoksa ,çaba sarfetmeden sana bahşedilen, güzel yüzüne vurulan kızın ki mi aşktır...

 Kan ter içinde olduğunu farz et; bir rüya\kabus dan fırladığını. Şuan yaşadığını sandığın her şeyin bir rüya\kabus olduğunu düşle. Nereye ve nasıl bir sene uyanırdın?
   Ünlü bir yazar olmuşsun mesela; "geçti tatlım, geçti, bak ben yanındayım" diyen bir sevgilinin sıcak koynunda mesela; işsizsin belki ya da işverensin ama her ikisinde de mutsuz olduğun haline uyandın; belki çocuğunun ağlamasına uyandırdı seni hayat ya da çocuğundu hayatın; giden sevgilinin ardından mesaj atmışsın da beklerken elinde telefon uyuya kalmışsın; sınava çalışıyordun ki az biraz kafayı masaya koyasın gelmişti; yapa yalnız biri de olabilirsin, kimsesiz hiç kimsesiz; ve vesaire.
   Gördüğün rüya|kabus a şükredebileceğin aklına gelir mi? Burası mı yoksa diğeri mi seçmek ister miydin?
 

 Trende herhangi bir sorunu olan genç kıza yardım ediyorsun da; yardımının kefareti diye düşünmesin diye telefon numarasını hatta adını bile sormuyorsun. Kız "ne çabuk geldik" derken üzerine alınmakla, alınmamak arasında kalıyor ve hiç olmadığın adam oluyor ağırdan satıyorsun ya da hep olduğun adam kalıyor istediğin olamıyorsun. Kız gidiyor ve sen bir daha ki sefere diyorsun; oysa tek kullanımlık bir şanstı, biliyorsun.

   Yazamayan yazarın düşlediği ünlü yazarın kelimelerini çalıp yazdığın bir hikayen var ve sen etiksellikle yayınlamıyorsun. Oysa sen o başarılı yazarın kurgususun ama kurguladığını sandığın yazardan alıntılamaktan utanıyorsun. Hiç kimsenin öğrenemeyeceği bir etiksin, hiç tanınmayacak bir entellektüel.

23 Haziran 2013 Pazar

"keşke" lanet olsun

   Başarılı bir yalancının başarısız hayatı, başarılı hayatında ki başarısız yalanlarından mı oluşur?

   "Başarısız olduğumda sen terket beni, biliyorsun ben yapamam"
   "terketmiycem seni..."
   " Bu cümlen bile zamanın geldiğini gösteriyor bana. Geç kaldık demek ki. Sen bile terk edeceğini söyleyemeyecek kadar acır olmuşsun şimdiden. Oysa 'gidecek miyim' şimdiden içinde yer edivermiş de bir bahaneye yer arar olmuş. Yine mi başaramadım, aşkı yaşatmayı?"
   " Neden bu kadar karamsarsın, öyle deme lütfen..."
   "Karamsarlık değil, realitenin rengi bu. Sayısal işlevli beynimin istatistiklerini unutamamanın laneti işte. Kaç enkaz saklı hatıralarda bilmiyorsun; bilme de zaten, hem gidiyorsun unutacaksın nasılsa. Sen de haklısın, sana kızmıyorum; kendime kızmayı bırakalı da çok oldu. Bir sineğin üzerine tünediği ot misali tutunuyorum hayata, nereye gittiğim de önemsiz ne olacağım da."
   "Yine anlamıyorum seni, lütfen anlayacağım şekilde konuş benimle"
   "Anlaşamıyorduk; bak bunu sevdim. Bu bahaneyi kullanabilirsin,elle tutulur ve beni tanıyanlarca da destek bulur bir hikaye. Kullan bunu!"
   "Off ya ama lütfen bi şans verir misin?"
   "Hayata mı diyorsun bana mı? Benim şans verebilme şansım yok ki; keşke olsaydı da sana ya da senden bir kaç öncekilere şans verebilseydim. Lanet olsun yine 'keşke' dedim"